hayata dair iç burkan detaylar

  • okuduğum ilkokul, ilçenin o dönem için en lüks sitelerinin tam karşısında bulunan, genelde zengin ailelerle bizim gibi orta halli ve biraz altında ailelerin çocuklarının gittiği bir okuldu. ancak şehrin diğer tarafındaki boş araziye yeni yeni yapılmaya başlanan gecekondular da vardı. tamamı kürtlerden oluşan bu bölgede yaşayan çocuklar da mecburen bizim okula yazdırılmıştı ve bu durum, zengin aileleri çok rahatsız ediyordu. okul müdürüne, hatta kaymakama kadar çıktılar, bu çocukların başka bir okula verilmesi için. ama yapacak bir şey yoktu, o bölgeye yakın tek okul bizimkiydi.

    yaşadıkları bölge, gecekondulaşmaya başlamadan önce tamamen boş bir araziden oluşan bir yerdi. yol yoktu, asfalt yoktu, araç yoktu. bu çocuklar, topluca çıkıp birkaç kilometre yürüyerek geliyorlardı okula. o dönem tek öğretimdi okul; sabahçı – öğlenci diye bir şey yoktu. sabah okula giderdik, üç dersten sonra öğle arası verildiğinde yemek için eve gelir, öğleden sonra tekrar okula dönerdik. onlarsa okulda kalırdı mecburen ve evden getirdikleri yemekleri yerdi.

    bu çocuklardan biri de bizim sınıftaydı. farklıydı bizden. sözümona çocuklar arasındaki ekonomik farkı kapatıp hepimizi tek tipleştiren o önlüğünden bile lime lime yoksulluk akıyordu. çamurlu ayakkabılarından, eskimiş pantolonundan, her şeyinden yoksulluk akıyordu. esmerdi ama bizden farklı bir esmerdi. benimki gibi değildi mesela, başka bir esmerlik. yüzü de bize benzemiyordu. hele konuşması… türkçeyi bizim gibi değil, çok “kaba” konuşuyordu; hatta tam olarak konuşamıyordu bile.

    tam türkçe bir ismi vardı ama onun yerine rohat diye bahsedeceğim kendisinden. çok da fazla ipucu vermek istemiyorum. rohat, birinci sınıftan başlayıp beşinci sınıftan mezun olana kadar hep en arka sırada oturdu. hep ama… sosyal sınıf ayrılıklarımızı aslında daha küçük bir çocukken ayırt edebiliyor, yerimizi en başından kabulleniyoruz. rohat da kabullenmişti henüz yedi yaşındayken.

    ben, daha okulun ilk günü sınıf birincisi olarak başlamıştım. sınıfın zeki, çalışkan, akıllı, sevilen çocuğuydum. okula başlamadan önce öğrenmiştim okumayı. sınıf atlatıp doğrudan ikinci sınıftan başlatılmam önerisini annem kabul etmediği için, ilk seneyi derste hikâye kitapları okuyarak geçirdim. sınıfın örnek ve “popüler” çocuğu…

    teneffüslerde genelde futbol maçı yapardık. kızların ne yaptığını hatırlamıyorum. rohat ve diğer kürtler, bizim oyunlarımıza dâhil olmazdı. yedek oyuncu olarak bile dâhil olmazdı. onlar birbirleriyle buluşur, kendi aralarında oynarlardı hep. gruplaşmalar, sınıf ayrımları, daha çocuk yaşta kendi kendimize öğrendiğimiz şeyler işte.

    sadece dışlanmakla kalmadı sınıfta, çok da horlandı. sınıfın çocukları, herhangi bir bahaneyle döverdi onu. bu dövmeler çoğunlukla topluca olur, rohat’ı aralarına alarak üzerine çullanırlardı hiç acımadan. neden dövdüklerini kendileri bile bilmiyordu büyük ihtimalle. farklıydı, zayıftı, güçsüzdü, fakirdi, daha da ezilmeliydi. zayıflığı ve güçsüzlüğü fiziğiyle ilgili değildi. tam tersine, fizik olarak çoğumuzdan yapılı bile sayılırdı hatta. sosyal ve ekonomik bir zayıflık ve güçsüzlüktü onunki.

    ikinci sınıftayız. hava soğuk olduğu için teneffüsü sınıfta yapıyoruz. genelde kitap okurdum dışarıda maç yapmayacaksak. sıramda oturmuş kitabı okurken, tahtanın önünde yükselen sesler dikkatimi çekti ve kafamı kaldırdım. sekiz on kadar çocuk, rohat’ı aralarına almış tekmeliyordu. yere düşmemek için epey direndi rohat. tekmeler, yumruklar… canı çok yanıyordu, görüyordum. o kalabalığın arasında, yere düşmeden önce son kez gördüm yüzünü. aldığı darbeden nasıl yanmışsa canı, gözlerini kapatıp ağzını açmıştı çığlık atar gibi ama ilginç bir şekilde hiç sesi çıkmıyordu. hafızama kazındı bu görüntü. yere düştü rohat. düşüşünü gördüm. sonra o yerdeyken onu acımadan tekmeleyen arkadaşlarımın yüzündeki hınç ifadesini de gördüm. gözlerim doldu, daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladım. önce içimi çeke çeke, sonra hıçkıra hıçkıra ağladım sıramda.

    rohat’ın kürt olduğu için dayak yediğini biliyordum. yoksul, alt tabakadan, farklı, yalnızdı. bu yüzden dövüyordu onu çocuklar. çocukların hep masum ve iyi varlıklar olduğuna inanırız ama hiç öyle değillerdir aslında. çocuk kısmı çok zalimdir. zayıfı, farklıyı, aşağı olanı anında ayırt edebilir ve acımasızca yüklenirler üzerine.

    yokluğun, yoksulluğun ne demek olduğunu biliyordum. rohat’la aramızda kimi benzerlikler vardı. ancak o, sadece dış görünüşü ve konuşmasıyla bile ele veriyordu kendini. bense, dışarıdan bakıldığında döven çocuklara benziyor, gerçekteyse “öteki” kimliğini taşıyordum.

    yerimden kalkıp aralarına girsem, belki rohat’ın daha fazla dayak yemesini önleyebilirdim. çünkü ben “onlardan”dım ve sözümü dinlerlerdi. yapamadım. yapamadığım için ağlıyordum zaten çaresizce. o çocuğun horlanmasına, dışlanmasına, ezilmesine, dayak yemesine el vermedi yüreğim, ama başka da bir şey yapamıyordum. onun o hali parça parça ediyordu yüreğimi, ağlıyordum.

    onu tekmeleyen arkadaşlardan biri, nasıl olduysa gördü ağladığımı. şaşırmış bir şekilde yanıma geldi.

    - keysi ne oldu?
    + …
    - neden ağlıyorsun?
    + ….

    evet, çocuk kısmı bir yandan çok acımasızdı ama, bir yönüyle de merhametliydi işte. rohat’ı hiç acımadan döven ali, ben ağladığım için hemen yanıma gelmişti destek olmak için. bu sahnede ilginç olan, ali de benim gibi aleviydi ve ikimiz de henüz kendi alevi kimliklerimizi bile bilmiyorduk. birbirimizin alevi olduğunu çooook yıllar sonra öğrenecektik. bugün düşünüce, çok trajik bir sahne aslında. bir azınlık, bir başka azınlığı, kendi azınlık kimliğinden bihaber şekilde döverken, bir başka azınlık, o azınlığın haline ağlıyor…

    ali’ye cevap veremedim. neden ağladığımı söyleyemedim. ali başımda dikiliyor, neden ağladığımı anlamaya çalışıyor, sorular soruyor, ben verecek cevap bulamadığımdan çaresizce ağlıyordum. bunu yıllarca düşündüm. o gün neden yerimden kalkıp rohat’ı koruyamadığımı, neden onu kurtaramadığımı, neden ali’ye cevap veremediğimi yıllarca düşündüm. cevabı bulduğumda, yaşım 35’i geçiyordu. o gün hiçbir şey yapamayışımın tek bir nedeni vardı: dışlanma korkusu! çünkü rohat’a acırsam, ondan yana saf tutarsam, onu korursam, diğer çocuklar tarafından alaya alınabilir, dalga geçilebilirdim. çocuktum ve çocukların ne kadar acımasız olabileceğini ayrımsayabiliyordum.

    öğle arasında, ağlamaktan şişmiş gözlerimle gittim eve. beni o halde gören annem panikle ne olduğunu sordu. hayattaki en büyük sırdaşım, sohbet arkadaşımdı annem; hâlâ da öyledir. o ilkokul mezunu kadındaki pedagoji bilgisi, bugün benim diyen üniversite mezununda yoktur. tüm imkânsızlıklara rağmen üç çocuğunu da mükemmel bir şekilde yetiştirmeyi başardı o kadın (ben süper bir hıyar oldum ayrı dava ama bunun annemle ilgisi yok. genetik olabilir veya başka etkenler. iki kız kardeşimi referans verebilirim bu konuda). ağlaya ağlaya anlattım anneme. annem zaten rohat’ı biliyordu, sık sık anlatıyordum evde. neden bir şey yapmadığımı sordu. ona da cevap veremedim. annem de çok üzülüyordu rohat için. onu hiç görmemişti ama, anlattıklarımdan biliyordu. rohat’ın annesi hastaydı; kanser gibi bir şey. o kadın, o hasta haliyle rohat’ı ve kardeşlerini elin günün içine çıkarabilmek, okutmak için uğraşıyordu. rohat’ın kardeşi de kız kardeşimin sınıfındaydı.

    yoksulluklarını şöyle anlatabilirim belki: bir gün okula geldi rohat. saçları sıfıra vurulmuş gibi ama nasıl desem… tam sıfır da değil; tuhaf bir şekil. yer yer seyrek, yer yer gür. ben anladım neden öyle olduğunu. diğer çocuklar dalga geçmeye başladı. her zamanki gibi gülüp aşağılıyorlardı rohat’ı. ben onun gözlerinde hiç öfke görmedim. gördüğüm, sadece utanç duygusu oldu hep. rohat, daha çocuk yaştan itibaren utanmayı öğrenmişti bu hayattan. o gün de utandı, bir şey söyleyemedi. kafasını eğerdi ve ağlamaklı olurdu hep. yanına gittim. “benim de saçlarımı annem kesiyor paramız olmayınca” dedim. hayretle kaldırdı kafasını ve baktı bana. aslında yalan söylemiştim. doğru, evde yiyecek bir şey olmadığından çaya ekmek batırıp okula gidecek kadar yoksulluk çektik ama saçlarım hep berberde kesildi. onun daha fazla ağlamasını istemedim sadece; kendisini yalnız hissetmesini…

    mezun olduktan sonra epey bir süre görmedim rohat’ı. çok zaman sonra ilk kez gördüğümde, 20-22 yaşlarındaydık. sahilde seyyar bir arabada mısır satıyordu. onu görünce çok sevindim, yanına gittim. mahcup bir tebessüm vardı yüzünde. gözlerime fazla bakamadan verdi mısırı. aşağı yukarı o tarihlerde sahilde sevgilimle geziyorduk bir gün.

    - bak mısırcı var. alalım mı?
    + olur.

    rohat’tı. yanına gittik. sevgilimle tanıştırdım onu. ilkokul arkadaşım olduğunu söyledim. yine yüzümüze bakmadı. aynı mahcup ifade. nedenini, bir süre sonra öğrendim. kardeşi bakıyordu o gün arabaya. rohat’ı sordum.

    - abi, o senden utanıyor.
    + neden ki???
    - utanıyor işte.
    + e, o arkadaşım benim???

    değildi aslında. biz hiçbir zaman arkadaş olamamıştık. ben, her ne kadar onu hiç dövmesem de, o gruba katılmasam da, hatta yer yer sohbet etsem de, onu dövenlerin grubundaydım. ben ona sadece acıyor, onun için üzülüyordum. ama hiçbir zaman gerçekten yanında olamadım.

    otuzlu yaşlarımızın başlarında tekrar gördüm onu. bu kez benimle konuşuyordu. o ezik, o özgüvensiz, o mahcup tavırları gitmişti. daha da doğrusu, bundan utanmamayı öğrenmişti. kendi gerçeğini kabullenmişti belki de ve bu yüzden daha rahat konuşuyordu benimle. yine mısır satarken tabii. ancak bu kez de ben bakamıyordum onun yüzüne. aklıma hep o dayak yediği günler geliyor, ona yardımcı olamadığım, onu o durumdan kurtarmadığım için utanıyordum, bakamıyordum yüzüne. o unutmuş gibiydi aslında olanları ama ben unutamadım. esasen onun da unutmasına imkân yoku. bütün yaşamını tümden etkileyecek bir aşağılanmanın, horlanmanın, ezilmenin nesi, nasıl unutulabilirdi ki? onun dayak yiyişine seyirci kalmanın utancını uzun süre yaşadım.

    bu akşam tekrar gördüm onu. yine mısır arabasındaydı. yanında da 10-12 yaşlarında bir çocuk.

    - abi naber?
    + oo keysi… iyilik. senden naber?
    - iyi abi, n’olsun. senin oğlan mı?
    + sahibi yoksa bizim işte.
    - allah bağışlasın.
    + sağ ol. sende var mı?
    - yok. ben hiç evlenmedim.
    + hayırlısı…

    yüzüne baktım. artık ikimiz de kırk yaşına dayanmış, saçı sakalı ağartmıştık. ben normalde de yaşımdan genç gösteririm, o beyaz sakalları kestiğimde tabii. ama o, benden 10-15 yaş büyük duruyordu. hayat hiç adil davranmamıştı.

    - rohat.
    + efendim?
    - mmm… evladım, sen şöyle kenarda oynasana biraz. babanla konuşacağız biz.

    elindeki maşayı arabanın kenarına asan rohat, tuhaf bir şekilde baktı bana.

    - rohat…

    sessizce ama çok dikkatli baktı gözlerime.

    - beni affet…
    + …
    - ben… aslında… isteseydim…

    boğazım düğümlendi. konuşamadım daha fazla. kafasını denize doğru çevirip ufka baktı. anlamıştı. hiç gereği yokken belki de, yaralarını kaşımıştım. ikimiz de o günlere geri döndük. o, dişlerini sıkıp derin nefes alarak kaldırdığı kafasıyla uzaklara bakmayı sürdürürken, ben şıpır şıpır akan yaşlarımı saklayamadan eğmeye başladım kafamı önüme.

    - özür dilerim kardeşim... çocuktum…

    tam arkamı dönüp gitmeye yeltenirken,

    - keysi!

    durdum olduğum yerde. döndüm.

    - biliyorum… o zaman da biliyordum…

    sarıldık birbirimize. içimden çok şey söylemek geçiyor, hiçbir şey söyleyemiyordum. otuz sene önceki gibi ağlıyordum çaresizlikle. hiçbir şeyi geri getiremezdim artık. benim sarılışımda bir özür, onunkinde teselli vardı.

    son olarak birbirimizin kollarından tutup bakıştık.

    - şev baş bremın
    + şev baş keysi… şev baş…

  • -1997 isviçre'den türkiye'ye dönüş. dil bilmem, din bilmem, yol bilmem, iz bilmem. çok zor alıştım. çok zor türkçe öğrendim. her gecem ağlayarak geçti 2 sene boyunca. "farklı" olduğum için hiç arkadaş edinemedim. bir tane arkadaşım oldu, adı pelin'di.

    -17 ağustos 1999 depreminde tek arkadaşımı. pelin'i kaybettim. çok zor atlattım ama bir şekilde atlattım. "pelin ölmeseydi zaten robert kolejini burslu kazanmıştı oraya gidecekti" diye avuttum çocuk aklımı. hala gereğinden fazla içtiğimde iç çeke çeke pelin için ağlarım. o yüzden gereğinden fazla alkol almamaya dikkat ederim.

    -18 yaşımda annemin "babanı boşayacağım, öleceğim, seni okuldan alacağım" tehditleri ile o yaşta kendimden bir kaç yaş büyük biriyle evlendim. 3 yılın sonunda boşanmaya karar verdik ama en büyük derdimiz bu kararımızı ailelerimize tebliğ etmek oldu. korktuk. korkmakta haklıydık.

    -annemin gazabı ve öfkesi dinmedi "benim senin gibi bir kızım yok, defol" dedi beni kapının önüne koydu. iyi derecede yabancı dilim vardı ama ancak istanbul'da iş bulabildim, yaşadığım yerden istanbul'a göçtüm. hayatımın en yorucu zamanlarını yaşadım.

    -uludağ üniversitesi arkeoloji bölümünün hocaları tarafından "seni asistan olarak alacağız" dendikten sonra 480 sayfalık kitabın çevirisini aldıktan sonra "akademik çalışmalara uygun değilsin" diyerek kapının önüne konuldum.

    -kültür bakanlığının uzman yardımcılığı sınavlarına girdim ama en yüksek puanlara sahip olduğum halde torpilim yeterli gelmediği için alınmadım.

    -yüksek lisans yapmak için ankara hacettepe sanat tarihi bölümüne başladığımda parasızlıktan ödevlerimi tam yapamadığımdan (bilen bilir sanat tarihi bölümünde yüksek lisans işi azıcık masraflıdır, kitabı, fotokopisi, fotoğraf makinesi vs) hocalar tarafından aşağılandım, sonunda yüksek lisansı bıraktım.

    -"dul kadın" olduğum için sevilmeye değer bulunmadım, aileler tarafından dışlandım, kimse oğluna layık bulmadı. 21 yaşımda dünyanın kaç bucağı olduğunu ezbere öğrendim.

    -aradaki ufak tefek laf atmaları, dokundurmaları ve dokunmaları saymazsak tam anlamıyla 3 kere tacize uğradım. her seferinde son anda kurtuldum.

    yine de değişiyor her şey. güneşin doğacağı var, e işte doğuyor bir şekilde hayatına insanın.

    edit; bir sürü destek mesajı yağdı şu yazdıklarıma. hatta "ağızlarını burunlarını kıralım" diyenler* oldu. bir açıklama yapmak istedim bu nedenle, bütün bu yaşananlar geride kaldı ben 32 oldum, 10 gün önce de çok sevdiğim adamla evlendim. kültür bakanlığı sınavlarına yeniden girdim, yaptıkları ağır yabancı dil sınavı sebebiyle sadece 3 kişi kazandık torpile gerek kalmadan alındım. uzmanlık tezimi yazdım uzman ünvanını aldım. şimdi beni yarı yolda bırakan o hocaların çalışmalarını denetliyorum, komiserliğini yapıyorum. ne yazık ki depreme ve tacize çare yok olan oldu giden gitti ama annem yaptıklarına pişman olup beni ağlaya ağlaya affetti, ben de onu affettim. içimde kimseye karşı bir öfke kalmasın istedim.

    demem o ki güneşin doğacağı vardı doğdu. eminim herkesin güneşi bir yerlerde gizleniyor ve uygun zamanı bekliyordur. pes etmiyoruz gençler.*

    bi de hepiniz iyi ki varsınız yav, valla bak.*